Psikoterapi ruhsal yolla tedavi etmek demektir. Psikoterapi doktor ile hasta arasında geçen basit bir konuşma değildir. Psikoterapide doktorun hastasını gözlemleyerek ve onu dinleyerek elde ettiği bilgilerin bir sentezden geçirilmesi ve psikolojik bağlamlarda değerlendirilmesi vardır. Bu yüzden yoğun bir bilgi birikimine ihtiyaç gösterir.
İnsan bio-psiko-sosyal bir varlıktır. İnsanın mutlu ve huzurlu olabilmesi için biyolojik ve psikolojik ihtiyaçlarının giderilmesi, sosyal çevreye uyum sağlayıp, kendini orada var edebilmesi gerekir. Bütüncül psikoterapi içerisinde, hastanın bağlı olduğu kültürel değerler de dikkate alınmaktadır.
Hekimler psikolojik problemleri nedeniyle kendilerine müracaat eden hastalarına iki farklı yaklaşım sunarlar. Bunlardan biri biyolojik yaklaşımdır. Biyolojik yaklaşım ortadaki sorunların beynin biyokimyasal ve genetik yapısındaki bozukluklarından kaynaklandığını ileri sürer. Bu yüzden de ilaç ağırlıklı (gerektiği yerde cerrahi tedavi) tedavi modelini benimser. Diğer bir grup, psikolojik yaklaşımı uygun bulur. Bu yaklaşımda; genetik ve biyolojik etkilenim kabul edilmekle birlikte, tedavide daha çok psikoterapi ve/veya ilaç tedavisine yer verilmektedir.
Bizler sanılanın aksine anne ve babalarımızın cinsel birlikteliğinden önce var oluyoruz. Bu var oluş her ne kadar zihinsel bir tasarımdan ibarette olsa, bizim gerçek yaşamdaki kimliğimizin ilk yapıtaşlarını oluşturması bakımından önemlidir. Eğer bebek beklenen, değer verilen, istenen bir bebekse yapıtaşları olumlu bir temelin üzerine inşa ediliyor demektir. Maalesef bunun tersi de geçerlidir.
Doğduktan sonra annesiyle göbek bağı kesildiğinde o artık ayrı bir birey ayrı bir varlıktır. Bakıma muhtaç olan ve dış dünya ile tek irtibatı ağlamakla sağlanan garip bir varlık…Bu dönemde bebek sadece içgüdü ve dürtülerden ibarettir.
Dünya sağlık örgütünün (WHO) araştırmalarına göre, dünya nüfusunun yaklaşık üçte biri belirgin bir ruhsal rahatsızlıktan dolayı tedavi olmak üzere hekimlere başvurmaktadır. Ülkemizde yapılan bir araştırmada ise bu rakam, %4.7’dir. Sağlık Bakanlığının verilerine göre, toplumda bir ruhsal hastalığı olan bireylerin ya da sorunlu çocuğu olan ailelerin pek azı tedavi için başvurmakta, başvuranların büyük çoğunluğuna tanı konamamakta, tanı konanların ise küçük bir grubu etkili tedavi alabilmektedir.
Hasta sayısındaki belirgin artış, son yıllarda ruhsal problemlerden dolayı hastanelere müracaatların artmasından rahatlıkla çıkartılabilir. Özellikle, kaygı, anksiyete ve depresyonla ilgili şikayetlerde belirgin bir artış söz konusudur.
Yapılan epidemiyolojik çalışmalar, yetişkinlerde her 4-5 kişiden birinde tedavi gerektirecek düzeyde ruhsal hastalık bulunduğunu, çocuk ve gençlerde ise davranış ve duygusal sorunların yaygın olduğunu göstermektedir. Sadece ruhsal hastalıklar değil, psikolojik kaynaklı fiziksel hastalıklardaki artış da dikkat çekici düzeylerdedir. Bu hastalıklar arasında mide ülseri, hipertansiyon ve astımı sayabiliriz.
Ruhsal bozukluklar fiziksel hastalıklara yol açabildiği gibi, fiziksel bazı hastalıklar da psikolojik sorunlara yol açabilmektedir. Şeker hastalığı sürekliliği ve yaşam kalitesinde meydana getirdiği sorunlar nedeniyle bazı ruhsal hastalıklara (Depresyon, anksiyete…) yol açabilmektedir. Karşılıklı etkileşim kimi zaman % 80’lere kadar ulaşabilmektedir. Bu şekilde geniş kapsamlı düşünüldüğünde ruhsal bozuklukların ulaştığı boyut daha doğru değerlendirilebilir.
Engin Gençtan hocamızın psikoterapiyi tanımlaması şöyle; “daha olgun ve uygun bir ruhsal denge sağlamak amacı doğrultusunda zihinsel ve duygusal bozukluk gösteren kişilerde düşünce ve duygu alışverişi kurularak yürütülen bir tedavi yöntemi ve sanatıdır”. Bu görüşlerini Gençtan hoca şu sözleriyle perçinliyor, “Duygusal çatışmaları çözümleyen, bu çatışmalardan doğan kaygı ve gerginlikleri, çökkünlükleri azaltan, ruhsal uyum düzeyini ve yaşam niteliğini arttıran, kişiler arası ilişkileri daha olgunlaştıran tüm teknik ve yöntemlere psikoterapi diyebiliriz”. Bu tanımlamalardan da anlaşılacağı üzere her konuşma hekimle dahi yapılsa bir psikoterapi değildir. Psikoterapi her ne kadar temelde bir konuşma terapisi ise de hedefleri ve sonuçları bakımından interaktif bir yapı içerir.
Psikoterapileri sadece ruhsal hastalığı olanlarla sınırlı kılmak psikoterapiye yazık etmek olur. Psikoterapi koruyucu ruh sağlığı açısından da önemli bir ön terapidir. Hiçbir ruhsal bozukluğu olmamasına rağmen, çocukluk dönemi travmalarına bağlı olarak yeterli kişisel gelişim ve ruhsal bütünlüğe ulaşamamış kişilerde de benlik gelişimi ve huzurlu bir yaşam için destekleyici psikoterapi yöntemlerini kullanabiliriz. Sorunların büyümeden önlenmesi açısından bu uygulama önemlidir. Ayrıca aile, evlilik, stres yönetimi, iletişim sorunları, sınav kaygısı v.b. danışmanlık konularında da psikoterapinin yararları bir çok otör tarafından kabul edilmektedir.
Psikoterapiye giren herkes olumlu değişim yaşayamayabilir. Bu durum terapinin etkinliğinden çok kişinin terapiye katılımına bağlıdır. Psikoterapiler hazır değişim tabletleri değillerdir. Belli prensiplere gerektiren iş akış şemasına sahiptirler. İnancın, sabrın ve isteğin olmadığı terapi süreçleri olumlu sonuç vermeyecektir. Psikoterapinin etkili olabilmesi ve kalıcı sonuç alınabilmesi için terapi süreçlerindeki prensiplere uygun davranışsal değişimleri içselleştirmek ve aynı zamanda zihinsel olarak yaşamak gerekir. Terapiyi etkileyen diğer bazı unsurlar, terapistin kişiliği, danışanın terapistine olan güveni ve inancı, danışanın değişime hazır oluşu, psikolojik gelişim sürecindeki travma ya da eksikliklerdir.
Psikoterapinin en önemli açmazlarından biri, direnç gelişimidir. Freud’un da uzun uzadıya söz ettiği bilinç dışı bu tür savunmalar tedaviyi baltalamakta, geciktirmekte kimi zaman da tamamen engellemektedir. Terapist ve danışanın yoğun uğraşları ve özverilerine rağmen böyle durumlarla karşılaşılması, geri planda bu bilgiye sahip olunduğunda aşılabilir olmaktadır. Bu yüzden hem danışanın hem de terapistin terapi süresince bu durumu göz önünde bulundurmaları uygun olur.
Kaç Çeşit Psikoterapi Vardır?
Çok çeşitli psikoterapi yöntemi olduğundan söz etmiştik. Hatta Freud’a bu konuda soru sorulduğunda cevabı; “yer yüzünde bulunan insan adedi kadar terapi yöntemi vardır” şeklinde olmuştur. Son yıllarda yapılan bazı çalışmalarda terapinin ardındaki gücün terapinin dayandığı kuramdan çok, terapistle danışan arasında kurulan ilişkiye bağlı olduğu kanısına varılmıştır (Orlinsky ve Howart, 1986). Bu durum terapinin etkinliğinde danışanla kurulan işbirliğinin önemini açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. Danışanın, terapistinin bilgi ve becerilerine tam güven içinde olması, kendisini ifade edebilmesi ve bunun terapist tarafından anlaşılması ve tedavi olacağına dair inancını pekiştirmesi bu bağın kuvvetlenmesine katkıda bulunacaktır. Terapi odalarının kişinin işitildiği ve o haliyle kabul gördüğü yerler olması çok önemlidir. Bu yüzden belki her hekim bir miktar psikoterapi yapmaktadır ancak oradaki nüansların da farkında olunmalıdır. Terapist danışanını bir bademcik, bir mide ya da kalın barsak olarak göremez. O bir sancı ya da ateşlenme değildir. Bir uzuvdan öte içerisinde ruhun da yer aldığı karmaşık, keşfi mümkün olmayan labirentler manzumesidir.
Böylesine karmaşık yapıya sahip insan için gerçekten çok farklı terapi uygulamaları da söz konusudur. Ancak genel kabul gören terapi çeşitleri şunlardır:
” Dinamik Psikoterapi, Kısa süreli dinamik psikoterapi,
” Bilişsel – Davranışçı Psikoterapi, Kabul ve kararlılık terapileri, Şema terapi, Duygu odaklı terapiler
” Varoluşçu Psikoterapi,
” Bütüncül Psikoterapiler.
Bunların içinden; “Bütüncül Psikoterapi” yöntemi diğer bütün ekolleri içinde barındıran hasta odaklı bir terapi yöntemidir. Bir tek ekolün ardından gidip, teorik yapıya saplanıp kalmak danışanlara gerçek anlamda yardımda bulunmayı engelleyebilir. Terapistin alet çantasında sorunları çözmeye yönelik yeterince farklı donanım bulunmalıdır. Danışanla karşı karşıya kalındığında kuramdan öte farklı değerler belirleyici rol üstlenebilirler. Danışana zarar vermeyen, onu bütünüyle kucaklayan bir tedavi anlayışı öncelikli hedef olmalıdır.
İnsan bio-psiko-sosyal bir varlıktır. İnsanın mutlu ve huzurlu olabilmesi için biyolojik ve psikolojik ihtiyaçlarının giderilmesi kadar, sosyal çevreye uyum sağlaması ve kendini orada var edebilmesi de önemlidir. Bütüncül psikoterapi yönteminde, yukarıda anlatılanların hemen hepsi bir potada eritilerek belli prensipler doğrultusunda çözüme yönelik uygulamaya konulur.
Her ana kuram ve yan öğretilerinden olabildiğince ancak hasta özelinde yararlanmayı amaçlayan bu terapi yönteminde, insanın anlaşılması ve ön yargısız kabulü esastır. Bu anlayışla yaşam öyküsü dinlenen danışanın verdiği bilgilerle belli bir noktaya gelinir. Elde edilen bu özüte duygusal ve kültürel öğelerin eklenmesi ve bir bütün halinde danışana sunulması önemli bir ayrıcalıktır